Халықаралық ғылыми конференцияның материалдары 27-28 қазан 2011 жыл
Вид материала | Документы |
Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar |
- С. Л. Сауытбеков туралы ќысќаша маѓл±мат, 6313.58kb.
- Ііі халықаралық «Сейтен тағылымдары» ғылыми-практикалық конференциясының материалдары, 8814.45kb.
- Программа международной научно-практической конференции «независимости казахстана, 406.39kb.
- Л. Н. Гумилев атындағы Еуразия ұлттық университеті, 5310.66kb.
- Парат министрлігі л. Н. Гумилев атындағы еуразия ұлттық университеті, 8635.57kb.
- Әдебиеттер тізімі, мерзімді басылымдар және конференция материалдары альфавиттік тәртіппен, 376.99kb.
- Iii халықаралық ғылыми-тәжірибелік конференция Қазақстан Республикасы, Павлодар, 412.06kb.
- «Болашақ» халықаралық стипендиясына ғылыми тағлымдамадан өтетін үміткерлер тапсыратын, 92.29kb.
- А. А. Аскаров Жетекші ұйым: Е. Бөкетов атындағы Қарағанды, 1216.39kb.
- А. А. Аскаров Жетекші ұйым: Е. Бөкетов атындағы Қарағанды, 1312.01kb.
Küreselleşmeye Farklı Yaklaşımlar
Giddens, 1991’de yayınladığı The Consequences of Modernity (2) adlı eserinde “günümüz” küreselleşme tartışmalarının birbirinden çok ayrı iki literatür kümesi içinde belirdiğini öne sürer. Bu literatürlerin birinin başını Immanuel Wallerstein’la ilişkilendirilen ve Marksist yaklaşıma oldukça yakın duran “dünya-sistemi kuramı”, diğerinin başını ise uluslararası ilişkiler çalışmaları çekmektedir (Giddens, 1994a: 63; 2008: 82). Ancak, Giddens’ın bu görüşü 1960’lardan 1990’lara kadarki dönemi kapsar. Günümüzde küreselleşme, ekonomi çalışmalarından kültür araştırmalarına, siyaset biliminden sağlık bilimine kadar belki de en çok gönderide bulunulan bir terimdir (3). Giddens’in (2000: 20) kendisinin de 1999’da yayınladığı Runaway World (4) adlı çalışmasında belirttiği gibi “bu kadar kısa sürede, hiçbir yerde görülmezken hemen her yere sızan bir yayılmayla karşı karşıyayız”. Dolayısıyla burada küreselleşme derken sadece bu çalışmanın konusuyla ilgili bulunan açıklamalar ve tanımlar üzerinde durulacaktır.
Genel olarak bakıldığında küreselleşme, bir yandan hem dünyanın küçülmesine, hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine (Robertson, 1999: 21), küresel karşılıklı bağlantılılığın genişlemesi, derinleşmesi ve hızlanmasına (Held vd., 2008: 88) ekonomik, siyasal ve kültürel alanlardaki sonuçları itibariyle hemen hemen bütün dünyayı ilgilendiren değişimlerin yaşandığı bir sürece (Ulusay, 2008: 15) gönderme yapar. Diğer yandan küreselleşme tek bir süreç değildir: İçinde bulunduğumuz toplumsal durumu dönüştüren – örneğin, geleneksel aile sistemleri dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle kadınların daha fazla eşitlik talep etmesiyle ya köklü bir dönüşüm geçiriyor ya da zorlanıyor – karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir (Giddens, 2000: 24–25).
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda küreselleşmenin – küreselleşmenin tarihselliğini anlattığımız yukarıdaki kısımda da görüldüğü gibi – çok uzun, düzensiz, karmaşık ve belirsiz olduğunu görmek mümkündür. Dolayısıyla küreselleşme, belirgin tarzdaki “gelişme” veya “ortaya çıkma” terimleriyle en iyi şekilde ifade edilebilecek bir tür dinamizmi göstermektedir. Böyle bir gelişme yavaş veya hızlı olabilir. Fakat hep bir değişim düşüncesine karşılık gelir ve bu yüzden de mevcut koşulların dönüştüğünü gösterir (Steger, 2006: 26). Diğer yandan küreselleşmenin bu uzun, düzensiz, karmaşık ve belirsiz olma durumu onu tartışmalı bir kavram haline getirmektedir.
Bu olgunun çok boyutlu olduğunu düşünen araştırmacılar bile küreselleşmenin temelini oluşturanın toplumsal yaşamın hangi yönü olduğu konusunda hemfikir değildirler. Örneğin Wallerstein, küreselleşmenin modern dünya sisteminin varlığını, yani 16. yüzyıldan beri var olan kapitalist dünya ekonomisini devam ettirmeye ve güçlendirmeye yönelik olduğu kanısındadır (Wallerstein, 2004: 359–368 ve 2009: 69–70). Habermas da küreselleşmenin en önemli boyutunun ekonomik küreselleşme olduğunu ileri sürer. Dahası, günümüz ekonomik küreselleşmesinin edindiği yeni mahiyet, bu hususta duyulabilecek her türlü şüpheyi bertaraf etmektedir (Habermas, 2002a: 84). Peter Beyer (1994: 21–26), John Meyer’in ekonomi üretim, tüketim ve eşya ticaretiyle değer yaratıyorsa, siyaset de yeni hedefler ve görünmez mallar üreterek, kolektif otorite vesilesiyle değer yarattığını öne sürdüğünü belirtir. Dolayısıyla Meyer’e göre küreselleşme sadece ekonomik değil politik-ekonomik bir olgudur.
Ronald Robertson, küreselleşmeyi kültürel, ekonomik ve politik alanlarda eş zamanlı olarak vücut bulan çok boyutlu bir süreç olarak ele alır. Robertson (1999: 86), günümüzde küreselleşme konusunun düşünsel bir “oyun alanı”na, arta kalan toplumsal-kuramsal ilgiler ile yorumsal hoşgörünün ifade edildiği, dünyaya ilişkin ideolojik tercihlerin sergilendiği bir alana dönüşme tehlikesi arz ettiğini belirterek Wallerstein’ı eleştirir. Wallerstein’in ekonomik sistemin arka planına önem vermediğini, küçümsediğini ve kültürü ikincil bir olgu olarak değerlendirdiğini öne sürer (1999: 110–111). Halbuki Robertson’a göre bir bütün olarak küresel alan;
Uygarlıkların kültürlerinin, ulus toplumların, ulus-içi ve uluslararası hareketler ile uluslararası örgütlenmelerin, alt-toplumlar ile etnik grupların, toplum-içi grupların, bireylerin ve benzerlerinin giderek daha fazla baskı altına alındığı ama aynı zamanda farklı bir biçimde güçlendirdikleri bir noktaya doğru sıkıştırılmasıyla ortaya çıkan toplumsal-kültürel bir “sistem”dir (1999: 103).
Bu sisteme, “kü-yerelleşme” veya diğer adıyla “glokalleşme” (glocalisation) adını veren Robertson, küreselleşmenin aynı zamanda yerelliklerin keşfine ve inşasına sebep olduğunu da öne sürer. Buna göre yerelleşme, küreselleşmenin bir boyutudur ve bu nedenle küreselleşme yerelleşmeyi dışlamaz. Aslında çoğunlukla yerel olarak nitelendirilen şeyler doğaları gereği küreseldir. “Küreselleşme bir anlamda ‘ev’, ‘topluluk’ ve ‘yerelliğin’ yeniden inşasını kapsamaktadır” (Robertson, 1996: 119–124).
Frederic Jameson ise, küreselleşmenin bir dünya pazarı ufku ile dünyadaki iletişimin muazzam ölçekte genişlemesi duygusunu ifade ettiğini belirtir. Ona göre bu ikisi – ekonomi ile iletişim – modernitenin ilk dönemlerinden çok daha fazla elde tutulur ve dolaysız hale gelmiştir (Jameson, 1998: 54–55). Küreselleşmeye modernite ile geniş çapta eşanlamlı olarak bakan Giddens, modern dönemde zaman-uzam uzaklaşması düzeyinin, önceki bütün dönemlerden çok daha yüksek olduğunu ve yerel ve uzak toplumsal biçim ve olaylar arasındaki ilişkilerin de buna uygun olarak “esnediklerini” öne sürer. Giddens’a göre küreselleşme asıl olarak bu esneme sürecine işaret eder: “Farklı toplumsal bağlamlar ya da bölgeler arasındaki bağlantı biçimleri bir bütün olarak yerküre yüzeyinde şebekeleşir.” Böylece küreselleşme yeni bir çağın belirleyici özelliğini teşkil eden dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması ve karşılıklı yönelimleri olarak tanımlanabilir (Giddens, 1994a: 62).
Buraya kadar bir yandan küreselleşmenin temel özelliklerini ve çok boyutluluğunu – ekonomik, siyasal, kültürel boyutlarını – göstermeye çalışırken, diğer yandan da konumuz açısından önemli olan açıklamalar ve tanımları özetledik. Literatür, bu açıklamalar ve tanımları küreselleşme tartışmaları şemsiyesi altında toplamaktadır. Buna göre günümüzde küreselleşmeye ilişkin kuramsal yaklaşımlar – David Held, Anthony McGrew, David Goldblatt ve Jonathan Perraton’un (2000: 2) sınıflandırmalarına göre – üç farklı ekolden oluşmaktadır: “Aşırı küreselciler” (hyperglobalist), “kuşkucular” (skeptical) ve “dönüşümcüler” (transformationalist).
Genel olarak bakıldığında aşırı küreselciler için küreselleşme, insanlık tarihinin yeni – geleneksel ulus-devletlerin dünya ekonomisinin doğal olmayan hatta imkânsız hale gelen iş birimleri olarak karşımıza çıktığı – döneminin başlangıcıdır. Bu yaklaşımın savunucuları, daha çok ekonomik mantıktan yola çıkarlar ve özellikle de bu ekolün neoliberalleri tek bir dünya piyasasının ve küresel rekabet yasalarının ortaya çıkmasını, insani ilerlemenin kanıtı olarak değerlendirirler. Aşırı küreselciler, ekonomik küreselleşmenin üretim, ticaret ve finans arasında ulus-ötesi ağlar kurulması yoluyla ekonominin “ulussuzlaşmasını” sağladığını iddia ederler. Bu “sınırsız” ekonomilerde, ulus-devletler, dünya sermayesine hizmet etmektedirler ve gittikçe kuvvetlenen yerel, bölgesel ve küresel yönetim mekanizmaları arasındaki bağlantıyı sağlayan ara bulucu kurumlardır. Birçok aşırı küreselciye göre ekonomik küreselleşme, dünya toplumunun temel ekonomik ve siyasal oluşumu olarak ulus-devletlerin yerini alacak veya er ya da geç yerine geçecek olan toplumsal örgütlenmenin yeni formlarını yapılandırmaktadır (Held vd., 2000: 5). Aşırı küreselcilere – Giddens’ın deyimiyle “radikallere” – göre günümüzün küresel ekonomisi 1960’lı ve 1970’li yıllara nazaran çok daha gelişkin durumdadır ve ulusal sınırları yıkmaktadır. “Uluslar eskiden sahip oldukları egemenliğin, siyasetçiler de olayları etkileme yeteneklerinin önemli bir kısmını kaybettiler. Siyasal liderlere artık hiç kimsenin fazla saygı duymaması ya da söyleyecekleri şeylere aldırmaması şaşırtıcı değil. Ulus-devlet çağı sona erdi” (Giddens, 2000: 21).
Bu ve diğer konularda aşırı küreselciler ekolünün içinde, devlet iktidarına karşı bireyin özerkliği ile piyasa yasalarının zaferini müjdeleyen neoliberaller ile çağdaş küreselleşmenin baskıcı (oppressive) küresel kapitalizmin zaferi olduğunu savunan radikaller veya neomarksistler arasındaki normatif bir ayırımın mevcudiyeti manidardır. Ancak ideolojik farklılıklara karşın, bu yaklaşımın taraftarları küreselleşmenin öncelikle ekonomik bir olgu olduğu; küresel ekonominin giderek bütünleşmekte olduğu; küresel sermayenin tüm hükümetlerin neoliberal ekonomik disipline uymasını hükmettiği ve böylece politikanın “olabilirliğin sanatı” değil, ancak “rasyonel ekonomik yönetimin” pratik becerisi olduğu konularında hemfikirdirler (Held vd. 2000: 5–6).
Kuşkucular ise, aşırı küreselcilerin yukarıda belirtilen tüm temel iddialarının aksini savunmaktadır. Onlara göre 19. yüzyıldan beri mal, yatırım ve emeğin uluslararası akışını karakterize eden istatistiklere bakıldığında, ekonomik bağımlılığın mevcut seviyesini daha önceki tarihlerden de görmek mümkündür. Dolayısıyla sağladığı yararları, kazandırdığı deneyimleri ve getirdiği musibetleri ne olursa olsun küresel ekonomi, önceki dönemlerde varolan ekonomiden özellikle farklı bir şey değildir (Held vd., 2000: 5; Giddens, 2000: 20) (5). Paul Hirst ve Grahame Thompson (2007) gibi kuşkucular için küreselleşme, “tek fiyat yasası”na dayanan entegre bir dünya ekonomisi anlamına gelir ve ulusal ekonomiler arasındaki bağlantıların güçlenmesi söz konusudur. Aşırı küreselciler tarafından savunulan iddiaların “büyük ölçüde bir mit” olduğunu öne süren kuşkucular (Hirst ve Thompson, 2008: 123–124), küreselleşmenin yalnızca ekonomik tarafıyla ilgilenmektedirler ve bunun altında küreselleşmenin anlamının her şeyden önce tamamen entegre dünya pazarı fikri olduğu yatmaktadır. Kuşkucular “küreselleşmenin” modern derecesinin genel olarak abartılı olduğu düşüncesine varırlar (Held vd., 2000: 5). Bu nedenle onlar, ulusal hükümetlerin uluslararası ekonomik faaliyeti düzenleme yeteneğini hafife aldıklarından ötürü aşırı küreselcilerin iddialarını temelde sağlıksız ve politik olarak saf bulurlar. Kuşkucular, küreselleşme ve bölgeselleşmeyi iki karşıt eğilim olarak algılamış görünmektedir. Örneğin, David Gordon ve Linda Weiss gibi kuşkuculara göre, mevcut uluslararası ekonominin coğrafi kapsamı, dünya imparatorlukları dönemlerinden çok daha az küreseldir (Akt., Held vd., 2000: 5) (6). Kuşkucular, ayrıca, uluslararasılaştırma sonucu yeni bir dünya düzeninin ortaya çıkması ile devletin daha mütevazı bir rol oynayacağı görüşünü de paylaşmazlar. Onlara göre ulusal hükümetler uluslararası hukuk tarafından kısıtlanmamaktadır, bunun tersine ulusal sınırları aşan ekonomik aktiviteyi canlandırma konusunda rolleri daha da büyümektedir. Bu durumda hükümetler, uluslararasılaşmanın pasif kurbanları değil, tam tersi onun asıl mimarlarıdır (Held vd., 2000: 5–6).
Dönüşümcülerin argümanlarının temelinde ise, yeni binyılın şafağındaki küreselleşmenin, modern toplum ve dünya düzenini değiştirecek fırtınalı sosyal, siyasal ve ekonomik değişimler arkasındaki itici bir güç olduğu inancı yatmaktadır (Held vd., 7). Diğer bir deyişle Anthony Giddens, Martin Albrow ve Manuel Castells gibi dönüşümcüler, küreselleşmenin yarattığı moderniteden postmoderniteye geçişle birlikte yeni bir döneme girmekte olduğumuzu savunmaktadırlar (Hutchinson, 2008: 80). Bu görüş taraftarlarına göre, küreselleşmenin çağdaş süreçleri insanlık tarihinde bir ilktir. Hükümetler ve toplumlar, içinde artık “iç” ve “dış” işler, uluslararası ve ulusal ayrımının olmadığı yeni bir dünya düzenine ayak uydurmalıdır. Bu bağlamda Giddens’a göre küreselleşme, toplumları, ekonomileri, kurumları ve dünya düzenini “her yönlü sağlamasından” (massive shake-out) sorumlu, güçlü bir dönüştürücü güçtür (Akt., Held vd., 2000: 7) (7). Ancak, Michael Mann’a göre, bu “sağlama”nın nasıl sağlanacağı belirsizdir. Çünkü ekonomik, ideolojik ve askeri özellikleriyle devletin yerel, siyasal ve iktisadi kurumları günümüzde de toplumsal var oluş için gerekli koşulları sağladıkları için, hâlâ geçici olarak etkindirler (Mann, 2008). Yine de özünde dönüşümcülerin argümanlarına göre, çağdaş (contemporary) küreselleşme, ulusal hükümetlerin güç, fonksiyon ve yetkilerini yeniden düzenlemektedir (reconstituting) ya da yeniden yapılandırmaktadır (re-engineering). Dönüşümcüler, “devletin hâlâ kendi sınırları içinde olup bitenlerin muhatabı olan yüce makam sahibi” olma meşrutiyetini inkâr etmeden, aynı zamanda devletin uluslararası yönetim kurumlarının artan yargısı ve uluslararası hukukun baskısı ile bu kurumlarla uyum içinde olup, buradan doğan sorumlulukları da taşımakta olduğunu savunurlar (Held vd., 2000: 8).
Aşırı küreselciler ve kuşkucuların aksine dönüşümcüler, küreselleşmenin geleceği ile ilgili tahmin yürütmemektedir. Mevcut durumu değerlendirmek için ister küresel pazar olsun, isterse küresel uygarlık olsun “küresel dünyanın” ideal tipi ile bir karşılaştırma yapmamaktadırlar. Bu yaklaşım için küreselleşme büyük ölçüde durumsal faktörlerin oluşturduğu ve çelişkilere sahip uzun bir tarihsel süreç olmasıyla önemlidir (Held vd., 2000: 7).
Held ve diğerlerine göre bu üç ekolün siyasal-ideolojik şekli şöyledir:
Bu üç ekolün hiçbiri ne geleneksel ideolojiyle, ne de geleneksel görüşle uyuşmaktadır. Örneğin, aşırı küreselcilerin takımında küreselleşmeyle ilgili Marksist görüşlerin yanı sıra Ortodoks neoliberal görüşler de mevcuttur, kuşkucuların çağdaş küreselleşmenin doğası ile ilgili konsepti ise hem muhafazakâr, hem de radikal görüşler bulundurmaktadır. Ayrıca her sosyal araştırma geleneğinin – liberal, muhafazakâr ve Marksist – çerçevesinde küreselleşmenin bir sosyo-ekonomik olgu olduğuna dair tek bir görüş birliği yoktur. Marksistler küreselleşmeyi açıklarken kapitalist emperyalizmin tekelinin genişlemesi veya tam tersi küresel kapitalizmin radikal yeni biçimi gibi oldukça ilgisiz kavramlara başvurmaktadırlar (Callinicos vd., 1994; Gill, 1995; Amin, 1997). Buna benzer oldukça Ortodoks neoliberal görüşe sahip olmalarına karşın Ohmae ve Redwood çağdaş küreselleşmenin dinamiği ile ilgili neredeyse onun [küreselleşmenin, M.Y.] değerlendirmesinin tam tersi olan çok farklı yorumlar yapmaktadırlar (Ohmae, 1995; Redwood, 1993). Hem aşırı küreselciler, hem kuşkucular, hem de dönüşümcüler oldukça değişik ve farklı entelektüel yaklaşımlar ve normatif değerlendirme sergilemektedirler (Held vd., 2000: 2–3) (8).
Giddens (2000: 21), kuşkucuları daha çok siyasal solun, özellikle de eski solun oluşturduğunu belirtir. E. Fuat Keyman (2002: 204) ise aşırı küreselciliği neoliberallerin, kuşkuculuğu ise devletçi-milliyetçilerin temsil ettiğinin altını çizer (9). Küreselleşme tartışmalarında daha çok aşırı küreselcilerin haklı olduğunu vurgulayan Giddens’a (2000: 22–23) göre her iki taraf – kuşkucular ile aşırı küreselciler – küreselleşme olgusuna hemen hemen yalnızca ekonomik açıdan bakmaktadır. John Tomlinson’a göre ise aşırı küreselciler, küreselleşmeyi tutarlı, ancak oldukça zayıf, araçsal ve tek boyutlu olan kendi söylemsel evrenleri içinden kavramaktadırlar (Tomlinson, 2004: 29–30).
Jürgen Habermas (2000), küreselleşme taraftarı veya karşıtları arasındaki kutuplaşmayı “küreselleşme ve teritoryalizm taraftarları arasındaki soğuk savaş” olarak niteler. Ona göre bu iki ayrı retorik, klasik devlet teorisinden beslenmektedir. Şiddet tekeline sahip devletin vatandaşlarını koruma görevinden yola çıkan küreselleşme karşıtı retoriğine göre devlet, “kendi sınırları içinde kanun ve düzeni muhafaza etmek ve vatandaşlarının şahsi hayat-alanlarında güvenliğini garanti altına almakla mükelleftir.” Habermas’a göre bu taraftakiler küreselleşmenin kontrol edilmesi mümkün olmayan dalgalarına karşı “bent kapaklarının kapatılmasını” savunurlar. Bunlar yerli kültürü ve hayat standardını koruma adına – adeta silah ve uyuşturucu kaçakçılığına karşı savaş verircesine – yabancı sermayeye, göçmen işçilere ve mülteci akımına karşı durmaktadırlar. Egemen devlet şiddetinin baskıcı özelliğine vurgu yapan küreselleşme taraftarı retoriğine göre ise “düzenleme hırsıyla yanıp tutuşan yürütme, vatandaşları tek biçimli hale getirmek için baskı yapmakta ve onları homojen bir hayat tarzının kafesine kapatmaktadır.” Özgürlükçü duygu, teritoryal ve toplumsal sınırların açılmasını bir yandan devletin egemenliğine tabi olanların devlet düzenlemesinin normalleştirici şiddetinden kurtulması, diğer yandan da milli-kolektif yerleşmiş davranış biçimlerine asimile edilmeye zorlanmaktan kurtulması olarak algılamaktadır. Dolayısıyla bu süreç sonuna kadar desteklenmelidir. Habermas’a göre küreselleşme sürecini böyle ucuz bir şekilde alkışlamak ya da reddetmek yetersizdir (Habermas, 2002a: 103–105).