Халықаралық ғылыми конференцияның материалдары 27-28 қазан 2011 жыл

Вид материалаДокументы
Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşmenin Tarihselliği
Подобный материал:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31

Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşmenin Tarihselliği


Küreselleşme kavramının kökeni “dünya çapında” ve “bütüne ilişkin” anlamına gelen “global”dir. Bu sözcük İngilizcede ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Globalize (küreselleşmek) ve globalizm (küreselcilik) kelimeleri birer terim olarak ilk defa 1944 yılında yayımlanan küçük bir okuma kitabında kullanılmıştır. Globalizasyon (küreselleşme) kavramı da ilkin 1961’de yayınlanan Websters Third New International Dictionary of English Language Unabridged’te yer almıştır (Coşkun, 2009: 334). David Held ve Anthony McGrew (2008: 8), küreselleşme kavramının kökenini Saint-Simon ve Karl Marx’tan, modernitenin dünyayı nasıl bütünleştirdiğini fark eden MacKinder gibi jeopolitikçilere kadar birçok 19. ve 20. yüzyıl başı entelektüelinin çalışmalarında görmenin mümkün olduğunu öne sürerler. Ancak yine de onlara göre “küreselleşme”, 1960’lara ve 1970’lerin başlarına kadar bugünkü anlamıyla kullanılmamıştır. Kavram, 1980’lerin başına, hatta ortalarına kadar dağınık ve sürekli olmayan bir şekilde kullanılmıştır ve akademik çevreler tarafından kesinlikle önemli bir kavram olarak kabul görmemiştir. Ancak, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlamıştır (Robertson, 1999: 21). Zygmunt Bauman (2006: 7), günümüz akademik literatürünün merkezine yerleşen bu yaygınlığıyla “küreselleşme”yi, adeta “bir parolaya, sihirli bir sözcüğe, geçmiş ve gelecek tüm gizlerin kapısını açacak bir anahtara dönüşmüş,” “moda” bir deyim olarak betimler. Buna benzer bir değerlendirme de Paul Hirst ve Grahame Thompson (2008: 23) tarafından yapılmıştır: “Küreselleşme toplum bilimlerinde moda bir kavram, işletme gurularının reçetelerinde merkezî bir ilke, her cinsten gazeteci ve politikacının sürekli tekrarladığı bir laf”tır. Öte yandan Anthony Giddens (2000: 13), bugün küreselleşmeye değinmeyen her konuşma ve çalışmayı eksik bulur (Giddens, 2000: 20).

Küreselleşme, kavram olarak yaygınlığını yeni kazanmış olsa da, birçoklarına göre “yeni bir olgu”, toplumsal ilişkilerin “yeni bir biçimi”, toplumsal yaşamda ortaya çıkan “yeni bir durum” veya “yeni bir tarihsel dönem” değildir (Keyman, 2002: 200; Coşkun, 2009: 327). Küreselleşmeye uluslar, medeniyetler ve siyasal topluluklar arasındaki birleştirici gücü genişleten ve derinleştiren tarihsel süreç olarak bakan George Modelski (2008: 75–76), bu sürecin başlangıç dönemini M.S. 1000 dolaylarına – Arapların 7. yüzyıldaki fetihleri sonucunda ortaya çıkan “İslam Dünyası” uygarlığına – kadar götürür. Ancak Modelski’ye göre çağdaş küreselleşme sürecini başlatanlar 1500’lerden itibaren dünyanın siyasal birleşmesini sağlama görevini devralan Avrupalılardır:

Küreselleşme sürecini başlatanlar dünya uygarlığının merkezinde bulunanlar [yani İslam Dünyası, M.Y.] değil, uzak bir köşesinde yaşayanlardı. Takip eden 500 yıl boyunca küreselleşmenin süratini ve karakterini belirleyen, dolayısıyla dünya siyasetinin yapısını şekillendiren de onlar oldu. 1500 itibariyle Avrupa’da modern dünya siyasetinin embriyon halindeki başlıca özelliklerini ayırt etmek mümkündü; küreselleşmenin gelişmesiyle beraber bu özellikler tüm küresel sistemin karakteristik nitelikleri haline geldi (Modelski, 2008: 76).

Amartya Sen de (2001) buna benzer bir bakış açısını ortaya koymaktadır. Ona göre küreselleşme farklı dönemlerde, farklı güzergâhlar izleyerek binlerce yıldan beri seyahat, ticaret, göçler, kültürel geçişler ve bilginin yayılmasıyla gelişmiştir. Günümüzde bu yayılmanın Batı’dan diğer yönlere olduğunu söylemek mümkündür. Ancak 1000’li yılların başında Avrupa, Çin bilimi ve teknolojisini ve Hint-Arap matematiğini içine almaktaydı (absorbe).

Roland Robertson da (1999: 92–94) küreselleşmenin görece yakın tarihe özgü olmadığını ısrarla vurgular. Ona göre hâlihazırdaki küreselleşmiş dünyamızın ardında – birbirinden yalıtılmış toprakların ve toplumların birleştirilmesi anlamına gelen tarihi imparatorlukların oluşması gibi – binlerce yıllık birikim bulunmaktadır ve “dünya tarihinin büyük bir bölümü işe yarar bir şekilde ‘küçük küreselleşme’ dizileri olarak düşünülebilir”. Bununla birlikte Robertson (1999: 98–102), küreselleşmenin ekonomik, siyasal ve diğer başka süreçler ile eylemleri etkilediği kadar aynı zamanda bunlara tâbi olduğunun da altını çizer. Bu bağlamda küreselleşmenin maddi-tarihsel gelişimini 5 evrede betimler. Robertson’un (1999: 99) küreselleşmenin “oluşum evresi” olarak adlandırdığı Birinci Evre, Avrupa’da 15. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın ortalarına değin süren zaman aralığında yaşanmıştır. Bu dönem, ulus topluluklarının yavaş yavaş ortaya çıkışına ve Orta Çağ’ın “ulusötesi” sisteminin çöküşüne; Katolik kilisesinin etkinlik alanının genişlemesine; birey anlayışlarının ve insanlığa ilişkin düşüncelerin öne çıkarılmasına; güneş merkezli dünya kuramı ve modern coğrafyanın başlamasına ve son olarak da miladi takvimin yayılmasına işaret eder.

“Başlangıç evresi” olan İkinci Evre, aslen Avrupa’da 18. yüzyılın ortasından 1870’lere değin sürdü. Bu dönemde türdeş, üniter devlet düşüncesi yerleşti; resmi uluslararası ilişkiler anlayışı keskinleşti; yurttaş-birey anlayışı billurlaşarak çok daha somut bir insanlık anlayışı oluştu; uluslararası ve ulusötesi düzenlemeler ile iletişime ilişkin yasal sözleşmeler ve iletişimle ilgili aktörlerin sayısı hızla arttı; uluslararası sergiler boy gösterdi; Avrupalı olmayan toplumların “uluslararası topluma” “kabulü” sorunu ortaya çıktı; milliyetçilik ve uluslararasıcılık meselesi konu edildi (Robertson, 1999: 100).

“Yükseliş evresi” olarak adlandırılan Üçüncü Evre, 1870’lerden 1920’lerin ortalarına kadar sürdü (1). Bu dönemde “modernlik sorunu” ilk kez konu edildi; “kabul edilebilir” bir ulus biçiminin “doğru taslağı” anlayışları artan ölçüde küreselleşti; ulusal ve kişisel kimliklere ilişkin düşünceler gündeme geldi; Avrupalı olmayan birkaç toplum “uluslararası toplum”a kabul edildi; insanlık hakkındaki düşünceler uluslararası düzeyde formüle edildi; bu düşünceleri uygulamaya yönelik girişimler arttı; göçe getirilen sınırlamalar küreselleşti; küresel iletişim biçimlerinin sayısı ve hızı oldukça arttı; ilk “uluslararası romanlar” yazıldı; Nobel Ödülleri ve Spor Olimpiyatları gibi küresel yarışma modelleri gelişti; dünya zamanı yürürlüğe girdi; miladi takvim küresele yakın bir şekilde benimsendi; ilk dünya savaşı gerçekleşti (Robertson, 1999: 100).

“Hegemonya için mücadele” yaşanan Dördüncü Evre 1920’lerin ortalarından 1960’ların sonuna kadar sürdü. Yükseliş döneminde ortaya çıkan baskın küreselleşme sürecinin kırılgan terimlerine ilişkin tartışmalar ve savaşlar bu dönemde boy gösterdi. İlkin Milletler Cemiyeti, ardından da Birleşmiş Milletler kuruldu; ulusal bağımsızlık ilkesi kabul edildi; çatışan modernlik anlayışları 2. Dünya Savaşı’na sebebiyet verdi; “modern proje” içindeki çatışma Soğuk Savaş’ta doruğa ulaştı; soykırım ve atom bombasının kullanılmasının akabinde insanlığın doğasına ve insanlığa ilişkin beklentiler üzerinde durulmaya başlandı; Üçüncü Dünya billurlaştı (Robertson, 1999: 100–101).

Beşinci Evre olan “Belirsizlik evresi” 1960’ların sonunda başladı ve 1990’ların başında kriz belirtileri gösterdi. Küresel bilincin 1960’ların sonlarından itibaren yükseldiği bu dönemde küresel kurumların ve hareketlerin, küresel iletişim araçlarının sayısı arttı; “Soğuk Savaş’ın sona ermesi” ile birlikte iki kutuplu dünya düzeni sona erdi ve uluslararası sistem daha akışkan hale geldi; toplumlar ve ülkeler çokkültürlülük, çoketniklik sorunlarıyla daha fazla yüzleşmeye başladılar; birey anlayışları toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik, etnik ve ırksal düşünceler tarafından daha da karmaşıklaştı; insan hakları küresel bir sorun haline geldi; çevre hareketleriyle birlikte bir türler-topluluğu olarak insanlığa dair kaygılar yükseldi; “etnik devrime” karşın sivil dünya toplumuna ve dünya yurttaşlığı anlayışına ilgi arttı; nükleer ve termonükleer silahlar yaygınlık kazandı; küresel medya sistemi sağlamlaştırıldı; İslam hem küresellikten arındıran hem de küreselleştiren bir hareket olarak etkin hale geldi (Robertson, 1999: 101).

Küreselleşmede asıl belirleyicinin ekonomi olduğunu vurgulayan Immanuel Wallerstein’a göre, dünya ekonomi sisteminin küreselleşmesinin üç uğrağı vardır. Bunlar, 1450–1650 yılları arasını kapsayan yaratılma dönemidir (Birinci Dönem). Bu dönemde modern dünya sistemi Rus İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu hariç aslen Avrupa’nın çoğu kısmını ve Amerika kıtalarının bazı parçalarını içermekteydi. 1750–1850 yılları arasında ise “büyük genişleme dönemi” yaşanmıştır (İkinci Dönem). Bu dönemde aslen Rus İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’nın bazı parçaları, Batı Afrika’nın büyük parçaları ve Amerika kıtalarının geri kalan yerleri sisteme dâhil edilmiştir. 1850–1900 yılları arasında ise “son gelişme” yaşanmıştır (Üçüncü Dönem). Bu dönemde de aslen Doğu Asya ve ayrıca Afrika, Güneydoğu Asya’nın geri kalan kısmı ve Okyanusya’daki çeşitli başka bölgeler işbölümüne dâhil edilmiştir. Wallerstein’a göre işte bu noktada kapitalist dünya ekonomisi ilk kez olarak gerçekten küreselleşmiştir ve kendi coğrafyasına yerkürenin tamamını dâhil eden ilk tarihsel sistem olmuştur. Bu bağlamda Wallerstein, günümüzde küreselleşmeden en erken 1970’lerde başlayan bir olgu olarak bahsetmenin doğru olmadığını belirtir. Ona göre aslında ulusaşırı meta zincirleri, sistemin en başından beri yaygındır ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de küresel bir nitelik göstermiştir. Daha fazla sayıda ve daha fazla türde malları büyük mesafeler üzerinden taşımak teknolojideki ilerleme sayesinde mümkün olduysa da, 20. yüzyılda da bu meta zincirlerinin yapısında ve işleyişinde hiçbir temel değişiklik olmamıştır ve dolayısıyla enformasyon toplumu sayesinde bir değişiklik olması da pek mümkün değildir (Wallerstein, 2009: 70–71).

David Held (1995: 190), küreselleşmeyi yakın bir tarihe çekerek, günümüzü andırır şekilde karşılıklı küresel bağlantıların ilk nüvelerini 16. yüzyılın sonlarında, yani modern devletin doğduğu ve bir dünya ekonomisinin oluşup genişlemeye başladığı zaman diliminde bulmanın mümkün olduğunun altını çizer.

Küreselleşmeyi yukarıda gördüğümüz gibi bir perspektif dâhilinde ele aldığımızda ona özgü unsurların hiç de yeni olmadığını söylemek mümkündür. Ancak bu unsurlar hız, etki alanı ve yoğunlukları itibariyle farklılıklar göstermektedir. Diğer bir deyişle küreselleşme yeni değildir, ama yayılma hızı ve devleti dönüştürücü etkisi bakımından 15. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyılın ortalarına dek süregelen küreselleşme ile 1945’ten sonraki küreselleşme süreçleri arasında belirgin bir fark vardır (Coşkun, 2009: 333). Günümüzde iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler ve ilerlemeler, küreselleşmenin hızını ve dönüştürücü gücünü oldukça etkilemektedir. “Eski küreselleşmeleri” en az yüz yıl içinde değerlendirebiliyorsak, “günümüz küreselleşmesini” on yıllara sığdırabilmekteyiz. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı itibariyle Sosyalist Blok’un dağılması ve bu Blok’un haleflerinin – Kuzey Kore dışında – serbest piyasa ekonomilerine geçişi tercih etmeleri, tam anlamıyla küresel kapitalizmi oluşturmuştur (Castells, 2000: 11; Lane, 2005); 11 Eylül 2001 sonrası dönem ise, dünyanın askeri güvenlik konusunda küreselleştiği ve yanı sıra küresel kapitalizmin ekonomik krizleriyle boğuştuğu yıllara tekabül etmektedir.

Genel olarak Soğuk Savaş Dönemi sonrası olarak belirtebileceğimiz 1990’dan bu yanaki dönemde insan ve çevre sorunları da – kültür, her türlü kimlik, insan hakları, etnokültürel azınlıkların korunması, çeşitli soykırım tartışmaları, küresel çevre sorunlarının önlenmesi gibi – küresel boyutta dile getirilmektedir. Bu sorunların dile getirilişini ilkin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle de 1960’ların toplumsal hareketlerinde görmek mümkündür. Ancak, Soğuk Savaş dönemi sonrasında neredeyse küresel düzeyde milliyetçilik ve etnik kimlik bilincinin yükselişi, insani sorunların 1960’lardan daha güçlü ve çatışma yüklü bir şekilde politik alana girmesini getirmiştir. Özetle, günümüzde küreselleşme, bir yandan ulusaşırı siyaset, kültür, ekonomi ve güvenlikle ilgili kurumların etkinlik alanlarının genişlemesini sağlarken, diğer yandan da küresellikle bağlantılı kültürel ve siyasal egemenlik ilişkilerine yanıt olan yerel çatışmaları anlatır hale gelmiştir (Sarı, 2007: 13–14). Bu noktada küreselleşme üzerindeki günümüz yaklaşımlarına bakmak gerekmektedir.